20 yaşımın başında, 1972 şubatında ilk kez Batı Berlin’e gitmek Türkiye’den ayrıldım.
O güne kadar, Türkiye’deki 20 yılım, belki de yüz yıllarca sürebilecek değişimlere tanıklık ederek geçmişti!
Günlük yaşamda, elektriği olmayan köylerde gecelerin gaz lambalarıyla aydınlatılmaya çalışıldığı köylerde yaşamıştım.
Kent merkezinde,”apartman” denilen, beş-on ailenin yaşadığı üç-beş katlı yapıların yavaş yavaş bir-iki tek katlı müstakil evlerin yerini almasına tanık olmuştum.
Öte yandan , buzdolabı, çamaşır makinesi, elektrik süpürgesi gibi hayatı kolaylaştırıcı araçların giderek yaygınlaştığını görmüş, at arabalarının, taksi olarak kullanılan faytonların ve atların hayatımızdan çekildiğini görmüştüm.
Genel iletişim aracı olarak radyo her eve girerken, “onun resimli olanı” diye adlandırılan, televizyon denilen bir “şeyin” büyük şehirlerde yayına başladığını duymuştum
Enteresan günlerdi.
Gazetelerde, olayların meydana gelmesinden bir gün sonra bir Sovyet kozmonotun uzaya çıkarak dünya çevresinde tur attığını, Amerikalı astronotların ay’a ayak bastığını okumuştum.
Daha önce de yazdığım gibi ,soğuk savaş adını bir dehşet dengesinin bütün dünyayı sardığını da az buçuk öğrenmiştim.
Dolayısıyla, bir yandan insanlık dev adımlarla bilim, teknoloji, toplumsal yaşam ve günlük hayatında ilerliyor, diğer yandan bir anda bütün bu kazanımları bırakın, yer yüzünde yaşayan bireyleri kitleler halinde katledecek, bir anda her şeyi taş tersine döndürebilecek “gelişmeler” sağlanıyordu.
1972 yılının soğuk bir şubat günü, Balkan Air adlı Bulgaristan’a ait havayolu şirketinin uçağıyla İstanbul Yeşilköy havaalanından hareket ettik.
Uçak, önce Sofya’ya uğrayıp yolcu alacak, ardından bizi Doğu Berlin’in Schönefeldhava alanına ulaştıracaktı.
Oradan da Batı Berlin’e gidecektik.
Sofya’ya indiğimizde çok yoğun kış şartları hüküm sürüyordu.
Havaalanı yetkilileri, hava muhalefeti yüzünden o günkü uçak seferlerinin iptal edildiğini duyurdular.
Biz yolcuları bir otele götürdüler ve sıkı sıkı otelden çıkmamamızı tembihlediler.
Hava soğuk da olsa, insan bilmediği bir kente gittiğinde, şöyle bir etrafı gezip dolaşmak istiyor.
Ben de otel odama yerleştikten sonra, fazla uzaklaşmadan çevreye bir göz atayım dedim. Otelin kapısından bir iki adım dışarı çıktım.
Kapının dışında bir polis dolaşıyordu.
Beni görünce, biraz gülümseyerek “komşu, ne!” gibi bir şeyler söyledi. Ben de yeniden içeri girdim.
Bulgaristan, deyim yerindeyse, soğuk savaşı sürdüren iki kutuplu dünyanın “öteki “ kutbunun en uç noktasıydı. Biz de beri taraftaki kutbun en uç noktasını temsil ediyorduk.
Bulgaristan sosyalist ülkelerin Sovyetler Birliği öncülüğünde oluşturduğu askeri Varşova Paktı üyesi, Türkiye ise ABD öncülüğünde batılı kapitalist ülkelerin kurduğu askeri pakt olan NATO üyesiydi.
Her iki askeri pakt da savunma için kurulduklarını iddia ediyordu.
Ancak, karşılıklı silahlanma, yalnızca savunma değil saldırı silahlarının da nükleer füzeleri de kapsayarak geliştirilmesi sonucu, bunun pek de önemi kalmamıştı.
Sofya’da otelden çıkma girişimim bu şekilde akamete uğradıktan sonra sonra yeniden içeri girdim.
Uçağımızın bir bölümü Batı Berlin’li Almanlar, bir bölümü oraya çalışmaya ya da yakınlarının yanına giden Türklerden oluşan yolcuları, otel lobisinde toplanmışlardı.
Türkiye’den Almanya’ya “ işçi göçünün” en hareketli dönemleriydi.
Almanya’ya işçi olarak giden Türklerden önemli bir bölümü köylerden geldiği için, şaşkın, ürkek, ne yapacağını bilemez halde insanlar görüyorduk.
Almanya’ya işçi olarak yazılan ve diş muayenesi dahil sıkı bir sağlık kontrolünden geçirilerek gitmelerini izin verilen, yol bilmez iz bilmez, geride bıraktıklarının özlemiyle, sıla hasretiyle dolu Türkler, trajik durumlar yaşıyorlardı.
Öte yandan “ev sahibi” durumundakinispeten daha iyi koşullarda hayatını sürdüren Almanların yaşadığı bambaşka trajediler söz konusuydu.
Aslında, otel lobisindeki hava koşullarının gadrine uğrayarak buraya kalmak zorunda olan yolcular, o yıllardan sonra Almanya toplumunu giderek daha belirgin biçimde belirleyecek “ikili toplum”un birbirinden dünyalar kadar farklı kesimlerinin temsilcisi gibiydi.
Konuşarak anlaşamama sorunu olduğu için, birbirlerine nazikçe gülümseseler de, herkes “kendi milletinden” olanlarla sohbet ediyordu,
Benim gibi, çat pat İngilizce konuşabilen birkaç kişi ise Almanların İngilizce bilenleriyle diyalog kurabiliyordu.
İnsanların, birbirini süzme, tanımaya çalışma, muhabbet etme çabalarıyla akşam yemeğimizi yedik, odalarımıza çekildik.
Ertesi sabah kalkıp aşağı indim.
Kahvaltı salonunu bulamadım.
Merdivenlerde bir kadın temizlik yapıyordu.
Kırık dökük İngilizcemle nerede kahvaltı yapabileceğimi sordum.
Kadın anlamadı, tekrar ettim, yemek işareti falan yaptım anlamadı.
“Tamam peki” deyip soracak başka birini bulmak için yoluma devam etmek istedim.
Kadın, Türkiye’de bazı komşularımızdan duymaya alışık olduğum şiveyle,
“Türk müsün be çocuk!” dedi, “ süylesenebe yav!”
Ayak üst konuşup birbirimize sorular sorduk. Nereli olduğunu, kocasını, çocuklarını falan anlattı.
Sonra güzelce kahvaltı salonunu tarif ettive vedalaştık.
Sonra güzelce kahvaltı salonunu tarif etti.
Sofya’nın o kasvetli sabahında kadınla konuşmak iyi gelmişti.
Bu karşılaşmayı, 15 yıl kadar sonra bir başka vesileyle anımsadım..
Olimpiyatlarda Bulgaristan adına Naum Şalamanov adıyla yarışan Halterci Naim Süleymanoğlu, 1986 yılında Avustralya’da Türkiye büyükelçiliğine sığınmıştı.
Ben o yıllarda Ankara’da TRT’de çalışıyordum.
Naim Türkiye’ye gelmeden önce, bir yerden Bulgaristan’daki köyündeki evinin telefonunu bulmuştum.
Bir sabah nöbetinde, sabah 07’de telefonun düşeceğinden pek emin olmasam da, radyo stüdyosundan evini aradım.
Telefon çaldı ve Naim’in annesi açtı:
“Naim’le konuştunuz mu bu günlerde?” diye sordum.
“Yok be yav” dedi, “hiç aramadı!”
“Türkiye’ye geleceğini biliyor musun?
“Yok, ben hiç bişey bilmem!”
“Peki Naim’in babasını verir misin, onla konuşayım!”
“ Yok be yav. Bahçeye gitti, tomatis toplayacakmış!”
O gün, Sofya’daki otelde konuştuğum kadın aklıma geldi.
Daha doğrusu, Naim’in annesiyle konuşurken o kadınla konuşuyormuş gibi hissettim!
Neyse, lafı dağıtmayalım.
Sofya’dan ertesi sabah havalanıp Doğu Berlin’e gittik.
Bir-iki saat sonra savaşın uç ülkesinden soğuk Savaş’ın merkezi olan kente ayak bastık. (Devam edecek)