Fransa, hatırlanacağı gibi, Suriye’de Amerikan askerî şemsiyesinin altına girerek “Suriyeli Kürtler” ve “demokratik güçleri” (SDG) etiketi altında PKK’nın Suriye kolu YPG’ye destek vermiş ve Türkiye’nin özellikle Zeytin Dalı ve Barış Pınarı operasyonlarına şiddetle karşı çıkmıştı. O dönemde gerek Cumhurbaşkanı Hollande gerek halefi Macron, ABD’nin yaptığı gibi, PKK ile DEAŞ’a karşı müttefikleri gördükleri YPG’yi birbirinden ayrıştırarak bu politikanın Türkiye’ye karşı husumet içeren veçhesini uluslararası kamuoyundan gizlemeye çalışmışlardı.
Aslında devlet katında gözetilen PKK/YPG ayrıştırması, Fransız medyasının, özellikle yurt dışında en çok okunan Le Monde gazetesinin PKK’nın bir dönem Güneydoğu’da yürüttüğü kalkışmaya verdiği büyük destekle kamuoyu nezdinde önemini yitiriyordu. DEAŞ’a yardım dezenformasyonuyla beslenen “İslamcı Erdoğan” iktidarından nefret, bir yerde Türkiye husumetine de kalkan oluşturuyordu. Husumet duyulan Türkiye değil de sözde “İslamcı” iktidarıydı. Bu nedenle nefret edilen iktidara yönelik 15 Temmuz darbe girişimi, demokrasiye açık bir darbe niteliği taşıdığı halde, Fransa başta olmak üzere, demokratik ülkelerce olması gerektiği gibi değil, yarım ağızla kınanmıştı. Bir süre sonra darbecilere yönelik gözaltılar ve bürokrasiden ihraçlar başlayınca eleştiri okları yine nefret edilen iktidara yönelmişti. Fransız medyası, ABD güdümlü uluslararası medyanın bir unsuru olarak, darbecileri mağdur ilan etmekten ve yeri geldikçe yargılanan darbecileri savunmaktan hiç geri durmadı. Tıpkı Le Monde’un daha geçen hafta FETÖ’den hüküm giyen Furkan Çetinkaya’nın annesi Melek Çetinkaya’nın görüşlerini Marie Jégo’nun imzası ve “İstanbul’dan mektup” başlığıyla aktardığı gibi.
Fransa’nın ve ana akım medyasının Türkiye’ye yönelik genel hatlarıyla yukarıda aktardığımız pozisyonu, Amerikan yönetimi ve derin devletinin politikalarıyla bire bir örtüştüğünden bizim kamuoyumuzda pek tartışılmadı. Ön planda olan, dünyanın tek süper gücü ve aynı zamanda uluslararası hukuk bağlamında “haydut devleti” ABD ile giderek bozulan ikili ilişkilerimizdi. Fransa sadece Hollande ve halefi Macron’dan çatlak sesler yükseldiğinde gündeme geldi ve geliyor. Oysa Fransa, her ne kadar kendi gücü yeterli olmasa da Türkiye’ye karşı bölgemizde sanki Birinci Dünya Savaşı’ndakine benzer bir politika izliyor.
Fransa, karşı çıktığı Barış Pınarı operasyonundan sonra, koşullar gereği Fırat’ın doğusundaki askeri varlığını yitirdi, hatta belki 1946’ya kadar mandası altında olan Suriye üzerinde varmış gibi görünen tarihi emellerinden vazgeçmek zorunda kaldı.
Fransa, karşı çıktığı Barış Pınarı operasyonundan sonra, koşullar gereği Fırat’ın doğusundaki askeri varlığını yitirdi, hatta belki 1946’ya kadar mandası altında olan Suriye üzerinde varmış gibi görünen tarihi emellerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Ama operasyonlarımızla bozulan güney sınırımızdaki terör koridorunun coğrafi uzantısı olan Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Kıbrıs’la (GKRY) birlikte Türkiye’nin deniz yetki alanlarının kısıtlanmasından yana tavır alıyor. Bu bağlamda Türkiye ile Libya’nın meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) arasında imzalanmış olan Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına ilişkin Mutabakat’a karşı çıkıyor. Yunanistan’ın hazır olmadığı halde 1981’de AET’ye üye alınmasında büyük rol oynamış olan Fransa’nın pro-helenik bir politika izlemesi şaşırtıcı olmasa da Akdeniz’de en uzun (1577 km) sahile sahip bir ülkeyi keyfi olarak dışlayan bir plana destek vermesi mantıklı değil; özellikle de Türkiye ile önemli ekonomik ve ticari ilişkileri bulunduğu dikkate alınırsa.
Ne var ki Macron geçtiğimiz hafta Elysée Sarayı’nda kabul ettiği Yunanistan Başbakanı Miçotakis’e bu konuda Paris’in desteğini yinelemekten geri durmadı. Ayrıca iki ülke arasında “stratejik güvenlik ortaklığı” kurulacağını, Fransa’nın ayrıca bölgedeki deniz varlığını önemli ölçüde arttıracağını açıkladı. İlk aşamada Fransız uçak gemisi Charles de Gaulle’ü bölgeye gönderdi.
Macron’un dayatmak istediği gibi, Libya'da biri meşru, diğeri darbeci iki tarafa eşit mesafede durmak, özünde saldırgan tarafın lehine hareket etmekten başka bir şey değil. Fransa’nın yaptığı da tam olarak bu.
Fransa ile Yunanistan, bilindiği gibi, Libya Siyasi Anlaşması ve 2259 sayılı BMGK kararına karşın UMH’ye başkaldırmış olan lejyoner Halife Hafter’e destek veriyor. Yunanistan’ın verdiği desteğin nedeni Hafter’in iktidara geldiği takdirde Türkiye ile imzalanmış mutabakatı yırtıp atacağına söz vermiş olması. Oysa mutabakat sadece Türkiye’nin değil ayrıca Libya’nın deniz yetki alanlarına yönelik sınırlamayı da ortadan kaldırmış bulunuyor. Bu, iktidara talip olan bir darbecinin kendisine yardımcı olanlara ülkesinin ulusal çıkarlarından vazgeçmeye ne kadar hazır olduğunun anlamlı bir göstergesi.
Hafter’e başka nedenlerle de destek olan Cumhurbaşkanı Macron, Miçotakis’le düzenlediği ortak basın toplantısında, Türkiye’yi Berlin Konferansı sırasında verdiği taahhütlere aykırı davranmakla suçladı. Gerekçesi, Le Monde’un konuyla ilgili haberine attığı başlıkta söz ettiği gibi, Fransız Rafale uçaklarının Trablus’a Türkiye tarafından ağır zırhlı araçlar gönderdiğini tespit etmesi. Berlin Konferansı’nda alınan kararları, özellikle askeri çatışmaya taraf olmama kararını, 2259 sayılı BMGK kararına aykırı olarak saldırgan tarafla meşru hükümet eşitmiş gibi yorumlayan Macron, Hafter ateşkese uymazken meşru hükümete zırhlı araç sevkiyatı yaptığı gerekçesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Berlin’de verdiği sözü tutmamakla suçladı.
Le Monde, konuyla ilgili haberinde, Türkiye’nin ayrıca Trablus Mitiga Havaalanı’na hava savunma sistemi kurduğunu ve Misrata’da Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) ait bir SİHA’yı düşürdüğünü öne sürüyor. Bu haberlerde doğruluk payı varsa, Türkiye’nin yaptığı, Libya siyasi anlaşması ve 2259 sayılı BMGK kararına uygun olarak saldırı altındaki meşru UMH’ye destek niteliği taşıyor. Macron’un dayatmak istediği gibi, biri meşru, diğeri darbeci iki tarafa eşit mesafede durmak, özünde saldırgan tarafın lehine hareket etmekten başka bir şey değildir. Fransa’nın yaptığı da tam olarak budur.
Emmanuel Macron ayrıca istihbari bilgilere dayanarak Türkiye’yi Libya’ya iki bin dolayında paralı asker göndermekle suçladı. Paris’e göre, bunlar Avrupa ve çoğu eski sömürgesi Sahel ülkelerinin güvenliği için tehdit oluşturan teröristler. YPG gibi PKK ile bağı, dolayısıyla terörist niteliği açık bir örgütü “öz müttefik” ilan eden Fransa’nın kalkıp Türkiye’nin terörle bağlantılı olduğunu ima etmesi son derece gülünç. Kökü “DEAŞ’a yardım” dezenformasyonuna dayanan bu politikanın Türkiye’yi karşısına almaktan ve ikili ilişkileri onarılması son derece güç noktalara taşımaktan başka bir sonucu olmasını beklemek mümkün değil.
Fransa Afrika’da ciddi rakip gördüğü Türkiye’ye karşı belirgin bir husumet politikası izliyor. Bu politikayı başta ABD olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri gibi, iktidar karşıtlığıyla gizlemeye çalışmak aslında hiç de akılcı bir yaklaşım değil.
Fransa, Hafter’e sağladığı üstü kapalı desteği, çoğu eski sömürgesi olan Libya’ya sınırı olan veya olmayan Sahel ülkelerinde mücadele ettiği el-Kaide ve DEAŞ uzantısı terör örgütlerine karşı etkin bir savaş yürüttüğü iddiasına bağlıyor. Türkiye’yi sözde “cihatçı” terör örgütleri ile ilişkilendiren ve bu politikayla bir yandan da Ankara’nın Afrika açılımına darbe vurmayı mı hesapladığını bilmemizin mümkün olmadığı Elysée’nin Türkiye’nin 41 büyükelçiliği, THY ve TİKA ile genelde Afrika’ya, özelde Müslüman nüfuslu eski sömürgelerine açılımını yakından izlediği ise son derece açık.
Le Monde’un Erdoğan’ın özellikle Senegal ziyaretine geniş yer ayırmış olması bu bağlamda dikkat çekiyor. Marie Lechapelays imzalı haber analizde, Ankara’nın bir süredir Afrika’ya yönelik aktif bir açılım politikası izlediği, bu açılımın kapısının Senegal olduğu vurgulanıyor. Türkiye’nin Senegal Cumhurbaşkanı Macky Sall’ın önem atfettiği Abdou-Diouf Konferans merkezi, Dakar Arena, Diamniadio’da Hotel Radisson gibi alt yapı projelerinin yapımını ve Blaise Diagne Havalimanı’nın işletimini üstlendiğine dikkat çekilen analizde, iki ülkeyi, Profesör Oumar Ba’nın deyimiyle, ortak kültürel değerlerin bir araya getirdiğinin altı çiziliyor. Ba’ya göre, Türkiye’nin Afrika’ya açılımı bir ölçüde AB perspektifinden uzaklaşmasının da bir sonucu.
Özetle Fransa Afrika’da ciddi rakip gördüğü Türkiye’ye karşı kuşkusuz not ettiğimiz belirgin bir husumet politikası izliyor. Bu politikayı başta ABD olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri gibi, iktidar karşıtlığıyla gizlemeye çalışmak aslında hiç de akılcı bir yaklaşım değil. Gerçek apaçık ortada çünkü.
[“Agur, ETA artık yok” (Aralık 2018), “Çoğul İspanya: Anayasal Sistemi ve Terörle Mücadele Modeli” (2006) ve “Euskal Herria: İspanya Siyasi Tarihinde Bask Milliyetçiliği” (1999) kitaplarının yazarı olan Akın Özçer emekli Dışişleri mensubudur]