Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)-İsrail arasında Ağustos ayında imzalanan normalleşme anlaşması ve sonrasında yaşanan gelişmeler, Arap dünyasında siyasi/ekonomik/askeri birlik düşüncesinin anlamını yitirdiğini ortaya koyarak Orta Doğu siyasi tarihinde önemli bir kırılmayı gün yüzüne çıkardı. Çünkü bu anlaşmayla Orta Doğu siyasi tarihinde Araplar arasındaki birlik fikrinin en önemli motivasyonu olan Filistin meselesi, bazı statükocu Arap devletleri nezdinde, bu fonksiyonunu tamamen kaybetti. Aslında statükocu Arap devletlerinin son dönemde İsrail’le perde gerisinden yürüttüğü normalleşme süreçleri, Filistin meselesinin Arap siyasi elitleri nezdinde azalan önemini göstermekteydi. Fakat BAE-İsrail normalleşme anlaşmasıyla bu malumun ilamı gerçekleşmiş oldu.
Filistin meselesinin Arap ülkeleri nezdindeki yeni konumunu en iyi ifade eden olay geçtiğimiz hafta Filistin yönetiminin normalleşme anlaşmasını reddetme gündemiyle Arap Birliği’ni toplantıya çağırmasıyla ortaya çıktı. Bahreyn’in bu toplantı girişimini engellemesi ve Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu Gayt’ın, “Arap ülkeleri arasındaki bölünmelerden kaçınmak için Filistin’in toplantı talebinin ertelenmesini” istemesi, kurulduğu günden bugüne Filistin meselesinde kayıtsız şartsız Filistinlilere destek veren birliğin bu politikasının geçerliliğinin ortadan kalktığını gösterdi. Filistin yönetiminin çağrısıyla hafta başında gecikmeli olarak toplanan Arap Birliği’nin, normalleşme anlaşmasının kınanması önerisini reddederek önümüzdeki dönemde İsrail’le normalleşme eğiliminde olan üye ülkeleri cesaretlendirmesi de Filistin meselesinde birliğin politika değişikliğinin başka bir işareti. Yine Arap dünyasının önemli bir örgütü olan Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) Genel Sekreteri Nayif el-Hacraf’ın Pazartesi günü düzenlediği basın toplantısında Filistin yönetiminin, normalleşme anlaşmasına yönelik tepkilerini provokatif olarak nitelemesi ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı bu açıklamalardan dolayı özür dilemeye çağırması da Filistin meselesi ve Arap dünyasındaki birlik hususunda yukarıda işaret edilen kanaati besliyor.
Bbölgesel meseleler karşısında Arap Birliği içerisinde yaşanan çatlaklara yakından baktığımızda da siyasi elitler arasında Arap dünyasındaki birlik fikrinin ne kadar zayıfladığını görebiliriz. 2017 yılında Katar’a yönelik başlatılan ambargo, İsrail’in bir Arap Birliği üyesi olan Suriye’ye ait olan Golan tepelerini ilhak etmesi ve Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak ilan edilmesi konusunda Arap Birliği ve birliğe üye ülkeler ortak ve güçlü bir tavır ortaya koyamadı. Hatta Kudüs’ün statüsünün görüşüleceği İİT’nin 2017 yılındaki İstanbul zirvesine Suudiler alt düzeyde bir katılım göstererek bu konuda hayret uyandıracak bir duyarsızlık sergilediler. Yine bazı Arap ülkelerinin kendisi de bir Arap Birliği üyesi olan Katar’a karşı uyguladıkları ambargo ve yaptırımların bir benzerini işgalci İsrail’e uygulamaktan imtina etmesi Araplar arasındaki birliğin ne kadar imkânsız olduğunun bir göstergesi oldu.
Çoğu II. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlığına kavuşan Arap devletleri için en önemli tehdit, Batılı sömürge yönetimleri desteğinde Filistin’de bir Yahudi devleti oluşturma fikri oldu. Kurulduğu 1948’den günümüze Siyonist İsrail’in işgalci ve saldırgan politikaları Arap siyasi elitleri nezdinde bu tehdit algısını sürekli canlı tuttu. İsrail’in bölgede takip ettiği bu politika sadece Arap devlet adamlarını endişelendirmedi, Arap kamuoyunda da ciddi bir öfkeye neden oldu. 1948 ve 1967 savaşları sonucu toprakları işgal edilen ve ülkelerinden sürülerek Suriye, Ürdün, Irak ve Mısır gibi ülkelere iltica eden yüzbinlerce Filistinli, Arap kamuoyunun bu bilincini takviye etti.
İsrail’in işgalci ve saldırgan tutumunun, Arap birliği rüyasının, yakın geçmişte Arapların içine düştüğü durum karşısında hayal kırıklığına uğrayan milyonlarca kişi tarafından paylaşılan bir olgu haline gelmesinde önemli bir katkısı olmuştur. Böylece hem siyasi elitlerin hem de Arap kamuoyunun İsrail karşıtı duyguları Filistin meselesini, Araplar arasında birlik fikrinin en önemli motivasyonu haline getirdi. 1945 yılında kurulan Arap Birliği, 1969 yılında kurulan İslam Konferansı Örgütü (yeni ismiyle İslam İşbiriği Teşkilatı-İİT) gibi Arap ve İslam dünyasının çatı örgütleri Filistin meselesini merkeze alan bu siyasi ve toplumsal vizyonun birer ürünüydü. Örneğin İİT, Müslümanların üçüncü mukaddes mabedi olan ve İsrail işgali altındaki Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’nın, 21 Ağustos 1969 tarihinde Avustralyalı radikal bir Yahudi tarafından kundaklanması sonrasında İslam dünyasında uyanan tepkiler üzerine, 1969 tarihlerinde Rabat’ta ilk kez düzenlenen İslam Zirve Konferansı’nda alınan bir kararla kurulmuştu. Aslen bölgesel ekonomik, siyasal ve kültürel işbirliği için 1945 yılında kurulan ve merkezi Kahire olan Arap Birliği örgütü ise, kısa zamanda üye Arap devletlerinin Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına yönelik hoşnutsuzluklarını ifade ettikleri bir foruma dönüşmüştü. Bu tarihten sonra da Filistin meselesi birliğin en önemli varlık gayesi, Arap Birliği ve birliğe üye devletler de Filistin meselesinin bölgesel ve küresel düzlemde en önemli savunucusu haline geldi.
Birlik fikrinin bölge genelindeki siyasi elitler ve Arap halkları nezdindeki popülaritesi Arap Birliği ve İİT’nin dışında çok sayıda birleşme projesini de açığa çıkardı. Bunlardan en önemli ikisi eski Mısır Cumhurbaşkanı Nasır’ın “pan-Arabizm” (sosyalist Arap milliyetçiliği) fikriyle eski Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın İslami dayanışmayı merkeze alan “İslami blok” projesidir. Her iki isim de Arap ve İslam davalarının temelini teşkil eden Filistin meselesine kalıcı bir çözüm bularak ülkesini Arap ve İslam dünyasını kendi liderliği etrafında birleştirmeye çalışmıştır.
1950’li yıllardan 1970’li yıllara kadar pan-Arabizm ideolojisinin liderliğini yapan Mısır Cumhurbaşkanı Nasır’ın temel motivasyonu Araplar arasında askeri kapasite açısından İsrail’i dengeleyecek bir birlik oluşturmak oldu. Nasır’ın anti-emperyalist söylemi önemli oranda Filistin’i işgalcilerin elinden kurtarma vaadi içeriyordu. Filistin’in işgalden kurtulmasının tek yolunun İsrail’in savaş alanında yenilmesiyle olacağı ve İsrail’e karşı askeri bir zaferin ancak Arapların birleşmesiyle mümkün olacağı gerçeği pan-Arabizm’i bölge halkları arasında da cazip bir ideoloji haline getirdi. Nasır’ın pan-Arabizm fikri Suriye ve Mısır arasında 1958 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin (BAC) kurulmasıyla önemli bir başarı şansı yakaladı, fakat BAC’ın 1961 yılında Suriye’de yaşanan askeri darbeyle son bulması bu girişimi akamete uğrattı.
1964 yılında Suud tahtına çıkan Faysal bin Abdülaziz’in dış politikada yaptığı en önemli değişiklik pan-İslamizmin resmi devlet politikası haline dönüşmesi oldu. Nasır’ın sosyalist Arap milliyetçiliği yerine tüm Müslümanların birliğine dayanan İslam Ümmeti söylemi Faysal’ın dış politikasının anahtar kavramı oldu. Kral Faysal, tahta oturmasını takip eden yılda, dokuz Müslüman ülkeyi ziyaret ederek Nasır’ın sosyalist pan-Arabizm fikrine karşı Müslüman ülkeler arasında teşekkül edecek İslami bir blok oluşturma fikrine taraftar bulmaya çalıştı. Faysal’ın temel iddiası Suudilerin, yönetiminde baskın olduğu “muhafazakâr İslami blok” hem bölgesel meselelerde (Filistin meselesi) hem de küresel meselelerde Suudilerin elini güçlendirecek etkili bir araç olacaktı.
Filistin meselesinin Arap ülkeleri nezdindeki yeni konumunu en iyi ifade eden olay geçtiğimiz hafta Filistin yönetiminin normalleşme anlaşmasını reddetme gündemiyle Arap Birliği’ni toplantıya çağırmasıyla ortaya çıktı. Bahreyn’in bu toplantı girişimini engellemesi ve Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu Gayt’ın, “Arap ülkeleri arasındaki bölünmelerden kaçınmak için Filistin’in toplantı talebinin ertelenmesini” istemesi, kurulduğu günden bugüne Filistin meselesinde kayıtsız şartsız Filistinlilere destek veren birliğin bu politikasının geçerliliğinin ortadan kalktığını gösterdi. Filistin yönetiminin çağrısıyla hafta başında gecikmeli olarak toplanan Arap Birliği’nin, normalleşme anlaşmasının kınanması önerisini reddederek önümüzdeki dönemde İsrail’le normalleşme eğiliminde olan üye ülkeleri cesaretlendirmesi de Filistin meselesinde birliğin politika değişikliğinin başka bir işareti.
2000 sonrası dönemde özellikle de Arap Baharı sürecinde Filistin meselesinin Arap dünyasındaki birliğin motivasyonu olma rolünü tartışmalı hale getiren çok sayıda gelişmeye şahit olduk. Bu yeni durumun en önemli sebebi Arap devletlerinin güvenlik algısında yaşanan radikal değişimdir. Bugün Arap devletleri açısından İsrail’in işgal ve genişleme politikası, 2000 öncesi dönemin aksine, hayati bir tehdit olmaktan çıkmış durumda. Günümüz Arap siyasi elitleri açısından en önemli hayati tehdit kaynağı; Arap halklarının insan hakları, özgürlük ve ekonomik refah talep eden değişim talepleridir. Yönetilenlerin otokratik rejimleri baskılayan bu taleplerinin en önemli sonucu bazı Arap devletlerinin İsrail politikasındaki değişimin en önemli motivasyonu haline geldi. Geçmişte Arap ve İslam toplumu için en hayati tehdit olarak algılanan İsrail, son dönemde içeriden yükselen politik değişim talepleri karşısında zor günler yaşayan bazı Arap rejimleri tarafından can simidi olarak algılanmaya başlandı. Bu dönemde Türkiye ve İran’ın takip ettiği politikanın, değişim talep eden kitlelere kötü örnek olarak (!) içeride rejim karşıtı eğilimleri cesaretlendirdiğine dair kanaat bazı Arap siyasi elitlerinde, Arap halklarının yanına, Türkiye ve İran’ın da durdurulması gereken düşman olarak kaydedilmesi ile sonuçlandı.
Arap siyasi elitlerinde yaşanan bu vizyon değişikliğini son dönemde oluşturulmaya çalışılan İslam Ordusu ve Arap NATO’su gibi organizasyonlar ve Arap Birliği içerisinde yaşanan çatlaklara bakarak anlayabiliriz.
İlk olarak Suudi Veliaht Prensi ve ülkenin de-facto yöneticisi olan, o zaman Savunma Bakanı olan Muhammed bin Selman tarafından 15 Aralık 2015 tarihinde kuruluşu ilan edilen “İslam Ordusu”nu ele alalım: Muhammed bin Selman Aralık ayında yaptığı basın toplantısında Suudi Arabistan liderliğinde kurulan İslam Ordusu ittifakının ideolojik, ekonomik ve askeri olmak üzere her yöntemi kullanarak terörle mücadele edeceğini açıkladı. Her ne kadar girişimin ismi İslam Ordusu olsa da ittifaka katılan ülkeler göz önüne alındığında (örneğin İran, İslam Ordusu’na alınmadı), ittifakın, pan-Sünni bir nitelik taşıdığı ve yükselen İran tehdidini dengelemek için oluşturulmaya çalışılan askeri bir cevap olduğu yönünde yorumlar yapıldı. Çünkü 2015 yılı İran destekli Husilerin Yemen’in stratejik mevkilerin kontrolünü ele geçirdiği ve Suudilerin Yemen’e yönelik askeri müdahaleye başladığı dönemdi.
İkinci olarak yine 2015 yılında oluşturulmaya çalışılan Arap NATO’su olarak da bilinen Birleşik Arap Gücü’ne bakalım: 2015 yılındaki Şarm eş-Şeyh zirvesinde, Arap Birliği sekreteri bölgede artan tehditlerin ancak Arap savunma sözleşmesi etkinleştirilerek engellenebileceğini söyleyip çok uluslu Birleşik Arap Gücü kurulması çağrısı yapınca bu konu zirveye katılan üye ülkeler tarafından müzakereye açıldı. Yapılan müzakereler sonucunda Arap ülkelerinin ulusal güvenliğine zarar verecek her türlü girişimin engellenmesi ve teröre karşı savaş için 40 bin askeri mevcutlu Birleşik Arap Ordusu kurulması konusunda üye ülkeler arasında bir anlaşmaya varıldı. Birleşik Arap Ordusu ile Arap devletlerinin, dışarıdan gelecek saldırılardan, içeriden rejimlere yönelen tehditlerden ve terör tehdidinden korunması hedeflendiği resmi olarak belirtildi. Birleşik Arap Ordusu girişiminde de, girişimin amaçlarından açıkça anlaşıldığı üzere, ana hedef içeride yükselen rejim karşıtı eğilimlerin baskılanmasıdır. Hevesli beyanlara ve birkaç savunma bakanları toplantısına rağmen Arap Birliği’ne üye devletlerin ortak bir savunma konseptine sahip olmamaları yüzünden Birleşik Arap Ordusu fikri ölü doğmuş bir girişim gibi görünüyor.
Birlik fikrinin bölge genelindeki siyasi elitler ve Arap halkları nezdindeki popülaritesi Arap Birliği ve İİT’nin dışında çok sayıda birleşme projesini de açığa çıkardı. Bunlardan en önemli ikisi eski Mısır Cumhurbaşkanı Nasır’ın “pan-Arabizm” (sosyalist Arap milliyetçiliği) fikriyle eski Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın İslami dayanışmayı merkeze alan “İslami blok” projesidir. Her iki isim de Arap ve İslam davalarının temelini teşkil eden Filistin meselesine kalıcı bir çözüm bularak ülkesini Arap ve İslam dünyasını kendi liderliği etrafında birleştirmeye çalışmıştır.
Her iki girişimin ortak tehdit algısının da terör ve rejim muhalifi hareketlerle mücadele olarak belirtilmiş olması dikkat çekici. Geçmiş yıllarda Filistin meselesi ve İsrail’in saldırgan politikaları, Arap devlet başkanlarının zirve toplantılarının değişmez gündemiyken son dönemde düzenlenen zirve toplantılarında İsrail’in yerini rejim muhalifi hareketlerin aldığı gözleniyor. Burada bazı statükocu Arap rejimlerinin terör tanımının da son dönemde radikal bir şekilde değiştiğine vurgu yapmak gerekiyor. Örneğin BAE-Suudi Arabistan gibi ülkeler, hiçbir zaman silahlı mücadeleye başvurmayan daha çok eğitim ve davet çalışmaları yürüten Müslüman Kardeşler hareketini 2014 yılından beri terör örgütü olarak tanımlıyorlar.
Son olarak bölgesel meseleler karşısında Arap Birliği içerisinde yaşanan çatlaklara yakından baktığımızda da siyasi elitler arasında Arap dünyasındaki birlik fikrinin ne kadar zayıfladığını görebiliriz. 2017 yılında Katar’a yönelik başlatılan ambargo, İsrail’in bir Arap Birliği üyesi olan Suriye’ye ait olan Golan tepelerini ilhak etmesi ve Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak ilan edilmesi konusunda Arap Birliği ve birliğe üye ülkeler ortak ve güçlü bir tavır ortaya koyamadı. Hatta Kudüs’ün statüsünün görüşüleceği İİT’nin 2017 yılındaki İstanbul zirvesine Suudiler alt düzeyde bir katılım göstererek bu konuda hayret uyandıracak bir duyarsızlık sergilediler. Yine bazı Arap ülkelerinin kendisi de bir Arap Birliği üyesi olan Katar’a karşı uyguladıkları ambargo ve yaptırımların bir benzerini işgalci İsrail’e uygulamaktan imtina etmesi Araplar arasındaki birliğin ne kadar imkânsız olduğunun bir göstergesi oldu.
2000 sonrası dönemde BAE, Suudi Arabistan ve Mısır gibi bazı Arap ülkelerinin güvenlik algılarında önemli bir değişime şahit olduk. Bu değişim sonucu bu ülkeler nezdinde, geçmiş yıllarda Arap ve İslam dünyası için en hayati tehdit olarak algılanan İsrail yakın bir müttefike dönüştü. Güvenlik algısında yaşanan bu radikal değişimin en önemli sonuçlarından biri Arap dünyasında yaklaşık yüz yıllık bir geçmişi olan birlik ideallerinin derin yara almasıdır. Yine bu süreçte Filistin meselesi Arap dünyasında siyasi/ekonomik/askeri birlik düşüncesinin en önemli motivasyonu olmaktan çıktı. Değişim talep eden Arap halkları ve onları, kötü örnek olarak (!) cesaretlendiren Türkiye, durdurulması gereken bir tehdit olarak algılanmaya başladı.
Yukarıda sayılan Arap devletlerinin ülke ve bölge gerçekleriyle örtüşmeyen, Arap toplumlarının hissiyatını yansıtmayan ve sahici temellere dayanmayan bu güvenlik algısı daha çok rejimlerin kendi içlerindeki güvenliğiyle yakından alakalı. Bütün bunlara ilaveten yukarıda sayılan her devletin kendine özgü güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya gelmesi, ortak bir güvenlik konseptini ve dolayısıyla Araplar arasındaki birlik idealini de baltalıyor ve anlamsızlaştırıyor.
[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]