Ana Sayfa

berlinturkbanner

berlinturkbanner

Coşkun Kartal

Coşkun Kartal  |  BERLİN

YAZARIN TÜM YAZILARI

SOĞUK SAVAŞIN MERKEZİ BERLİN (5)

Çifte Kimlikli Kent                      

1972 yılının Berlin’i için çifte kimlikli kent dediğime bakmayın.

İki kutuplu dünyanın ileri sınır karakollarıhaline getirilen aynı şehrin iki yakasını kastederek öyle söylüyorum.

Oysa 1960’larda, büyük işgücü ihtiyacı içinde bulunan Batı Almanya ve Batı Berlin, başta Türkiye olmak üzere, Yugoslavya, Yunanistan, İtalya, İspanya gibi ülkelerden işçi getirmeye başlamıştı.

Bu da demografik olarak çok kişilikli bir ülke olmaya adım atmaya başladığı anlamına geliyordu.

Zamanla Türkiye dışındaki ülkelerden gelenler azalacak, üç dört milyonu aşan nüfusuyla Türkiye kökenli “adı konmamış bir azınlık toplumu” ortaya çıkacaktı.

Zaten, benim Batı Berlin’e ilk kez gittiğim yıl, Kreuzberg ve Wedding Türklerin en yoğun yaşadığı semtler olarak biliniyordu.

Hatta, orada öğrenim gören bir kısmı Türkiye’deki 12 Mart döneminin baskı ve zulmünden kaçmış, bazıları 68 kuşağının Batı Berlin’deki öğrenci hareketlerine katılmış “antifaşist” öğrenciler arasında Kreuzberg’e “Türk gettosu” diyenler bile vardı.

(Getto, ikinci dünya savaşı öncesinde Almanya’daki yahudi nüfusun oturmaya zorlandıkları kent anlamına geliyordu.)

                                                                                      *         *         *

Doğu Berlin’den bizi batıya geçtikten sonra bindiğim taksi, beni evlerinde bir yıla yakın kalacağım dayımların oturduğu Brunnen strasse (caddesi) 137 numaradaki,üzerinde kurşun delikleri bulunan 5-6 katlı siyaha yakın kahve renkli, harap görünümlü binanın önüne getirdi.

Bina caddenin en ucunda sağ köşedeydi ve önünden uzanan Bernauer strasse’nin karşı kaldırımı üzerinden ünlü Berlin duvarı geçiyordu.

Evin camından bir yıl boyunca önümüzden geçen yolun karşı tarafındaki, ünlü duvarı seyredecektim.

Duvar, bildiğimiz duvarlardan değildi.

Birbirine bitişik binaların giriş katlarınınçoğunda eskiden dükkanlar, lokantalar,birahaneler bulunan ön cepheleri ayakta tutulmuş, vitrin ve pencere boşlukları briket ve tuğlayla örülmüştü.

O binalarda eskiden faaliyet gösteren dükkanların, “terzi”, “kunduracı”, “berber”, “sigara büfesi”, “içki evi” gibi tabelalar ise duruyordu.

Çünkü binaların aynı cephe duvarlarının ön tarafı Batı Berlin,arka tarafı Doğu Berlin ‘di.

Hayal gücü geniş biri olduğumdan olsa gerek, soğuk savaşın en önemli simgesi haline gelen o eski dükkanlarda zamanında neler yaşanmış olabileceğini düşünürdüm.

Zaman zaman, kaldığım binanın birinci katındaki evin penceresinden karşı tarafı seyrederdim.

Doğu tarafındaki binaların üst katlardaki camlarından ara sıra biraz kaçamak şekilde batıya bakanları görür ve halkın bir kısmının kendi ülkesinde üç beş yüz metre ilerdeki akrabalarını, yakınlarını, “kendi halkının insanlarını” görmelerine izin verilmemesine hayret ederdim.

Ancak, sonradan anladım ki, iki taraftaki Alman halkı, savaşın ardından geçen 27 yıl sonra artık aynı halk değildi!

Alışkanlıkları, gelenekleri, inanışları, vücut dilleri tabi oldukları siyasal ve ekonomik sistemler tarafından değişik biçimlendiriliyordu.

Biri kapitalist, diğeri sosyalist aynı dili konuşanların iki ülkesi, halklarını iki ayrı kişiliğe dönüştürüyordu.

Aslına bakarsanız, hepsi değişik ülkelerin işgali altındaydılar ve 30 yıl öncesininkanlı bir diktatörün komutasında dünyayı ele geçireceğini sanan, ülkesinde başka  etnik azınlıklara tahammül edemeyen, kibirli, burnundan kıl aldırmayan Almanları, şimdi zaten bambaşka kişiliklere bürünmüşlerdi.

Bu kişilik değişimi sırasında bir bütün olarak kalamamışlar, bu hallere düşmüşlerdi.

Bu arada, sözünü etiğim gibi, yine o savaştaki kayıpların, sakatlanmaların, travmaların sonucu olarak batının büyük desteğiyle “yeniden toparlanma” dönemi başladığında, dış işgücüne ihtiyaç duyduklarını göreceklerdi.

Bunun için, gözlerini “az gelişmiş”ülkelerin insanlarına dikecekler, giden işçi başına o ülkelerin  hükümetlerine ödemeler yaparak bu açığı kapatma yoluna gideceklerdi.

Ancak hesap edemedikleri şeyler vardı.

Berlin duvarı 1989’da yıkıldığında, iki Almanya’nın  mantalite bakımından birbiriyle farklılaşan halkları yeniden bir araya gelmişti.

Ancak görüldü ki, artık hiçbir şey eskisi gibi değildi.

Berlin halkının batı ve doğunun siyasal rejimleriyle şekillenen “çifte kişilikli” yapısı, yaşanan ayrılıklara, farklara, sorunlara rağmen “yeniden bir olma” yoluna girse de, ortada  yadsınamaz, göz ardı edilemez bir gerçeklik vardı.

Misafir işçi ( gastarbeiter) dedikleri, geldiklerinde çoğu eğitimsiz ya da yeterli eğitimi olmayan Türk işçilerin çocukları yanlarına gelmiş ya da orada doğmuş, önemli bölümü Alman vatandaşlığına geçip oy ve söz hakkına sahip olmuştu.

Misafir işçiler, bundan dolayı artık misafir falan değildi.

İkinci kuşak geçiş döneminden dolayı sorunlu görünse de, iyi eğitilmiş, önemli bir entelektüel tabaka oluşturmayı becermiş, kendilerinin ve içinden çıktıkları toplumun hakkını korumaya hazır, siyasette boy gösteren sonraki kuşaklar, eşit bir toplum olmayı başarmışlardı.

Almanlar ise, kendi içlerinde, yabancı işgal güçlerinin çekilmesinden ve savaş görmüş kuşakların göreceli ezikliğini üzerinden atmış genç nesille birlikte, yükselen ırkçılık ya da neonazilikle karşı karşıya kalmışlardı.

Konuyu biraz ileri götürdüğümün farkındayım,

Lakin, 1972’lerin Berlin’i hakkında diyeceklerim bitmedi.