Ana Sayfa

berlinturkbanner

berlinturkbanner

Coşkun Kartal

Coşkun Kartal  |  BERLİN

YAZARIN TÜM YAZILARI

SOĞUK SAVAŞIN MERKEZİ BERLİN (4)

Savaşın mağlubu olmak çok zor

Berlin’e ayak basmamız iki aşamada gerçekleşti.

Önce doğu kesimindeki “başkent “ Berlin’in Schönefeld hava alanına ayak bastık.

Hava buz gibiydi.

Demokratik Almanya(DDR) polisinin pasaport ve gümrük kontrolünden geçtikten sonra, Batı Alman vatandaşları ile çoğu Almanya’ya ilk giden Türklerden oluşan yolcuları -sağa sola ayrılmalarına izin vermeden- otobüslere bindirdiler.

Üzerlerinde savaşta oluşmuş mermi izleri bulunan binaların çevrelediği geniş caddelerden geçerken, sokaklarda yürüyen çok sayıda kolu bacağı olmayan orta yaşlı erkekler gördüm.

Sonra “kent içi” sınır kapısına geldik.

Burada otobüse binen -doğulu- sınır polisleri, fotoğraflarımız ile yüzlerimizin benzeyip benzemediğini büyük bir dikkatle kontrol ettiler.

Kimseden çıt çıkmıyordu!

Sonra polisler araçtan indiler ve yola devam etmemize izin verdiler.

Polisler inip otobüsümüz hareket edince, oana kadar hiç konuşmayan Alman yolcularbirden rahatlamıştı.

Birbirleriyle neşeli biçimde sohbet etmeye, karşılıklı kahkahalar atmaya başladılar.

Otobüs, sınırda ard arda yerleştirilmiş bariyerlerin arasından zikzaklar çizerek Batı Berlin tarafındaki sınır kapısına doğru ilerledi.

Burada da otobüse binen Batı Alman sınır polisleri hızlıca bir pasaport kontrolü yaptılar.

Bu sırada, batılı polislerle Alman yolcular arasındaki “muhabbet” dikkate değerdidoğrusu! 

Düşman bildikleri “kardeşlerinden” birkaç yüz metre ileride, birbirlerine özel bir sevecenlik gösteriyor gibiydiler.

Büyük çoğunluğu tek kelime Almanca bilmeyen otobüsümüzün Türk yolcularıise, merakla olup biteni izliyorlardı .

Ben de onlardan biriydim.

Doğu Alman polisleri devam etmemize izin verdikten sonra, bariz gerginliklerini geride bırakıp  neşelenen Alman yolcuların aralarında ne konuştuklarını ve sonra kontrol yapan batı polislerine ne söylediklerini hala merak ederim!

Belki de, ucuz uçak bileti alıp çıktıkları bu riskli yolculukta, Doğu Berlin’dealıkonulabilecekleri endişesini taşıyorlardı; neşeleri ondandı!

İkisi iki Almanya’yı kapsayan üç aşamalı yolculuğumuzun son bölümü Batı Berlin’in geniş caddelerindeydi.

Aslında ilk bakışta Doğu Berlin’deki geniş caddelerden pek farkı yoktu sanki.

Caddelerin bazıları, zaten bir “duvarla”ikiye ayrılmış aynı yollardı.

Bir kısmının geçmişi, yedi sekiz yüz yıl öncesine, kentin kuruluşu olarak kabul edilen 1200’lü yıllara dayanıyordu.

Binaların bir kısmı, bir yandan 19. Yüz yıl mimarisinin, bir yandan 25-30 yıl önce kenti yerle bir eden korkunç savaşın izlerini taşıyordu.

Duvarları mermi izleriyle delik deşikti.

Savaştan sonra iki tarafta da “Alman mucizesi” diye adlandırılan ve yarısı Amerika, yarısı Sovyetlerin büyük desteğiyle ayağa kalkma ve kendini onarma hamlesine girişen ülkede, henüz binalardaki savaş izleri tamamen silinmemişti.

Doğal olarak savaşı ve sonrasını yaşamış insanlardaki izler de çarpıcı biçimde ortadaydı!

Kentin iki yakasında da, özellikle orta yaş kuşağından her hangi bir yerde kolayrastlanmayacak kadar çok “sakat” insan vardı.

Eli kolu olmayan insanlar, bacakları olmayan insanlar, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerle, takma bacaklarla zar zor hareket edip yaşamlarını sürdürmeye çalışan insanlar.

Erkekler…

30 yıl kadar öncesinin ürkütücü üniformalar içinde sert disiplinli davranışlarıyla, kanlı bir diktatörün  “düşmana” ve kendi halkına korku salan askerleri, ne hale gelmişlerdi.

Almanya’ya gitmeden önce okuduğum,diktatöre ve askerlerine karşı olduğu içinbedel ödeyen büyük Alman ozanı Berthold Brecht’in “Halkın Ekmeği” adlı yapıtındaki Bir Alman Anasının Ağıtı şiirinden hiç aklımdan gitmeyen dizeler gelmişti aklıma:

Bana derdin ki oğlum, derdin ki Alamanya

Gelecek bir gün tanınmaz bir hale,

Nerden bilecektim, oğlum, nerden bilecektim bu yerin

Küller ve kanlı taşlar arasında kalacağını böyle !”

Büyük yıkımdan sonra altında kaldığı küller ve kanlı taşları temizlemeye çalışan ama bunun için ihtiyacı olan insan gücünün önemli bölümünü savaşlarda yitiren bir ülke vardı o zaman.

“Dünyayı fethe kalkmadan” önce başta solcular olmak üzere kendi muhalif insanlarını, ardından ırkçı duygularla milyonlarca yahudi, çingene, zihinsel engelli yurttaşını yok etmiş olan o ülke, şimdi işgal altında, sokaklarda dolaşan öz be öz “kendi ırkından” engelli yurttaşlarıyla var olmaya çalışıyordu.

Otobüsümüz Berlin sokaklarında ilerlerken,  Almanya toplumu için ikinci bir etnisite oluşturmaya başlayan “bizim insanlarımızı” da görüyorduk .

Yol bilmez, iz bilmez, tarzanca dedikleri yetersiz Almancalarıyla diline, dinine, kültürüne, her şeyine yabancı oldukları bir ülkeye “ekmek parası” kazanmaya gelmişlerdi.

Otobüs, kentin merkezi sayılan Bahnoff Zoo yakınında bir yerde durdu ve bizi indirdi.

Yolda tanışıp ahbap olduğum birkaç kişiyle vedalaşıp bir taksiye bindim ve bir kağıda yazdığım adresi gösterdim.

Wedding’e Brunnen strasse 137 numaralı adrese gideceğim!”

Taksi şoförü, “jawohl!” diye neredeyse askerce bir “başüstüne” çekti ve hareket etti.

1972 şubat ayının ilk günlerindeydik, hava buz gibiydi ama kar yağmıyordu.

Verdiğim adrese doğru giderken yollarda Türkiye için lüks olan Mercedes. BMW, Opel arabalar ve ilk kez karşılaştığım iki katlı belediye otobüsleri gördüm! (Devam edecek)