Batı Berlin’de 1973 ya da 1974’te bir gün, bir arkadaşımla parkta yürüyüş yaparken, ansızın bastıran şiddetli bir yağmura yakalanmıştık.
Çevrede ağaç altlarından başka sığınacak yer yoktu. Ancak, dallar ve yapraklar yağmurun şiddetinden dolayı yeterli koruma sağlamıyordu.
Bahar aylarında olduğumuz için üzerimizde yalnızca mont vardı.
Başımızı sokacak bir korunak bulmak için parktan çıkıp geniş caddeden geçmek için köşedeki yol kavşağına gittik. Yaya geçidinde yayalar için kırmızı ışık yanıyor, ancak yaklaşan araç görünmüyordu. Sağa-sola bakınıp caddeden geçmek için hızı hızlı yürüdük.
Karşıya yaklaştığımızda, bize doğru beyaz yağmurluk giymiş bir trafik polisinin geldiğini gördük. Yanına gelmemizi bekledi ve bize sert bir tonla “ışığın yayalar için kırmızı yandığını görmüyor musunuz?” dedi.
Gördüğümüzü, ancak çok ıslandığımız ve yol da boş olduğu için geçmeyi tercih ettiğimizi söyledik.
Böyle bir tercih hakkımızın bulunmadığını, mutlaka beklememiz gerektiğini söyledikten sonra, 50 küsur yıldır aklımdan çıkmayan o “müthiş” talimatı verdi!
“Lütfen” dedi, “Işık yeşil olunca karşıya geri dönün ve yeniden yayalara yeşil yandıktan sonra tekrar geçin!”
Talimatını(!) reddettik; bize kafasına göre talimat veremeyeceğini, en fazla para cezası kesebileceğini, buna karşı da yasal itiraz haklarımız bulunduğunu anlattık.
Bunları duyunca afalladı, bir süre ne diyeceğini bilemedi. Sonra bu kez daha yumuşak bir tonla “Lütfen gidin ve bundan sonra dikkatli olun!” dedi Yürümeye devam ettik.
Enteresan bir olay yaşamıştık. Bu olay, aslında o yıllarda Alman polisi ile Türk işçileri arasındaki değişken ilişkilere ayna tutucu nitelikte bir örnek oluşturuyordu.
Öncelikle, oraya “geçici olduğunu düşünerek” giden, doğru dürüst dil bilmeyen ve sokakta Almanlarla iletişim kurmakta zorlanan Türklerin, ilk gittikleri andan itibaren kafalarına yerleştirilmeye çalışılan polis korkusu söz konusu idi.
Polis, konuk işçi dedikleri yabancı işçilere karşı sert, acımasız, insanları istediği gibi tutuklamaya, hapse atmaya, sınır dışı etmeye yetkili bir otorite olarak gösteriliyordu.(Fırsatını bulduğunda da öyle davranmaktan çekinmiyordu).
Bu, özellikle Türklerin çoğu üzerinde etkili oluyor, her türlü kurala titizlikle uyarak polise bulaşmamaya çalışıyorlardı.
Polislerin çoğunun yanı sıra, sivil Almanların önemli bölümü de, muhtemelen yabancıların “uslu olması” için pompalanan bu role uyumlu davranıyorlardı.
Özellikle sokaklarda Türklerle yüz yüze olan karakol polisleri, ilişkilerinde kaba-saba davranmayı bir gelenek haline getirmişlerdi sanki.
Bu kaba sabalığın karşılığını ise bir yere kadar alıyorlardı.
Ancak, karşılarına Almanca’yı iyi konuşan, hakkını arayacak biri olarak gördükleri insanlar çıktığında, tam tersi davranmakta beis görmüyorlardı.
Yine sokakta tanık olduğum bir olay ilgimi çekmişti.
Wedding semtinde bir cadde kıyısındaki kaldırımdan yürüyen bir gence, iri yarı bir polis, kaba saba bir tarzda, “Hey sen, bana bak!” diye seslenmişti.
Genç adam döndü ve bir Üniversite kimliği göstererek, düzgün bir Almancayla,
“Bakın” dedi, “Ben bir üniversite öğrencisiyim, kimliğim de bu. Ancak siz bana “sen” diye hitap edemezsiniz!”
Polis şaşaladı, sonra özür diledi ve “Pasaportunuzu kontrol etmek istemiştim ama öğrenci kimliğiniz durumu açıklıyor, gidebilirsiniz” dedi.
O yıllarda bir çok Avrupa ülkesi gibi Batı Almanya ve Batı Berlin’e Türk vatandaşları, turistik pasaportla vizesiz gidebiliyorlardı.
Resmi yollardan gitmek isteyip sudan bahanelerle talepleri reddedilenler de çok oluyordu.
Bu durumda olup gitmek isteyenler ve oralarda kendilerine yol gösterecek birini bulanlar, turist işçi(!) olarak soluğu Almanya’da alıyorlardı.
Bu durumda, Türkiye ile Almanya arasında 1961 yılında iş ve işçi bulma kurumları yetkililerinin imzaladıkları çok alt düzeyde bir anlaşma ile giden sosyal haklara sahip işgücünün yanı sıra, bir de kayıt dışı işçi göçü yaşanıyordu.
Ucuza çalışan, güvencesiz, yersiz yurtsuz, yakalandığında hemen sınır dışı edilen garibanların oluşturduğu bir turist işçi topluluğu da vardı.
En çok inşaat sektöründe çalışırlardı.
Taşeronlar tarafından amele pazarlarından toplanır, geçici işlere götürülürlerdi.
Çalıştıran Alman şirketleri ise yakalandıklarında para cezalarıyla “yırtarlardı”.
Bir keresinde, kaçak çalışırken yakalanan bir tanıdığım bana ulaşmış ve yardım istemişti.
Gittiğimde, okul benzeri resmi bir binanın sınıflarına tıkılıp sınır dışı edilmeyi bekleyen belki yüze yakın kaçak işçi görmüştüm.
Çoğu, yarım kalmış, üç kuruş kazanıp Türkiye’deki ailelerine gönderme hayallerine ağlıyordu.
Alman polisi, nasıl olsa gidiyorlar düşüncesiyle olsa gerek, bu kez daha nazik davranıyordu.
Yapabileceğim hiçbir şey yoktu ama yardım edebilme amacıyla gittiğim tanıdığımın başkalarıyla tutulduğu odaya girmeme izin verdiler.
Hepsi başka başka dertlerden söz ediyordu ve tümü, ilk fırsatta yeni pasaport alıp yeniden geleceklerini söylüyorlardı.
O yıllarda sınır kapılarında ülkeye girip çıkanların kaydını tutan elektronik donanımlar olmadığı için, yeniden gelmek o kadar da zor değildi.
Onun için çoğu yeniden geliyordu.
Tabii bir de arz talep piyasası oluşunca, para toplayıp insanları kaçak yollardan götürenler çeteler türemişti.
İşgücü diye gidenlerin insan çıkması, yasa dışı insan ticaretini de gündeme getiriyordu. (devam edecek)