Ana Sayfa

berlinturkbanner

berlinturkbanner

Coşkun Kartal

Coşkun Kartal  |  BERLİN

YAZARIN TÜM YAZILARI

70’lİ Yıllardan Batı Berlin Anıları (2)

Alman'la Türk'ün tanışma yılları

Almanya’ya 1960’larda çalışmaya giden ilk Türkler, izinli olarak Türkiye’ye döndüklerinde çevrelerine izlenimleri anlatırken, enteresan bir söylem geliştirmişlerdi.

Çalışıp yaşadıkları yabancı ülkenin insanlarından, onların davranış biçimlerinden, yaklaşımlarından söz ederken, tek bir insandan konuşur gibi “Alman” derlerdi.

Anlattıkları da, genellikle o insanların düzeni, disiplini, nezaketi, yerlere çöp atmamak gibi çevre temizliği konusundaki titizlikleriyle ilgili olurdu.

Alman kul hakkı yemez…!”

“Alman kanunlara, kurallara harfiyen riayet eder..”

“Alman, başkalarının da kuralları çiğnemesine izin vermez, hemen polise ihbar eder…!

“Polis öyle disiplinlidir ki, kuralları çiğneyenleri tespit etti mi, hemen sınır dışı eder..!”

Türkiye’ye izne gelenlerin herkese  Almanlar için anlattıkları, bazen hayranlık, kimi zaman onlar gibi olamamanın hayıflanmasını barındırırdı.

Bir de Almanya’ya gittiğinde kabalık ettiğini, görgüsüz davrandığını düşündüğü, dil öğrenemeyip kendisine söz söylenince suskun kalan “diğer Türkler”den yakınanlar olurdu.

Cahil insanları buralara göndermemek lazım !” diye oralara “gidebilen” Türk yurttaşlarının bazılarından hiç hoşnut olmadıklarını belirtirlerdi.

Oysa ki, Alman işveren temsilcilerinin, verilen işleri büyük gayretle yapan, hakkı yendiğinde sesini çıkaramayan, sendikal örgütlenmeden ve hak aramadan habersiz “o” Türklerden fazla şikayetçi olmadıkları bir vakıa’ydı!

Öte yanda, Türkiye’de izinde iken , “Alman’dan” neredeyse hayranlıkla söz eden bu kişiler, Almanya’ya dönünce kısa süre önce söyledikleri aynı şeyleri bir baskı ve şikayet konusu olarak anlatırlardı.

Kul hakkı yemez diye geçinirler ama Alman’ı 40 yıl sırtında taşı, bir gün yere bırak ,seni tanımaz!”  derlerdi örneğin.

Alman, sanki b.k varmış gibi, kanun kitaplarında ne yazarsa onu yapar!” derlerdi..

“Yanlışlıkla kırmızı ışıkta karşıya geç, hemen polisi arar Alman. Maksat yabancıya kötülük olsun” diye konuşurlardı..

Polis tipini beğenmeye görsün, ortada bir şey yokken tepene biner” şeklinde laflar ederlerdi.

O yıllarda karşılaştığım bir olay hiç aklımdan çıkmıyor

 Berlin’de botanik bahçesi gibi bir yerde çalışan bir Türk, annesinin işe getirdiği, oralarda oynayan 7-8 yaşlarında bir Alman kız çocuğunun başını okşamış ve şekerleme gibi bir şey verip işine dönmüştü.

Ancak olanları uzaktan gören kızın annesi, hemen kızını yanına alarak polisi aramış ve çocuğunun taciz edildiğini iddia etmişti.

Polis hemen gelmiş, bu kişiyi kelepçeleyerek polis merkezine götürmüş, mahkeme de kendisini tutuklamıştı.

Bu olanlar gazetelere de haber olmuştu.

Aynı yerde çalışan ve olayı gördüğünü söyleyen bir Türk tanıdığım, bu konuyu bana anlatarak hem annenin gereksiz hassasiyet gösterdiğini, hem de polisin aceleci ve adaletsiz davrandığını söylemişti.

“Hem annenin hem polisin yaptığı yabancı düşmanlığı”  demişti, “olan biten hiçbir şey yok. Ne demek ; bir çocuğun başını hafifçe okşayıp hiç dokunmadan şeker vermek niye suç olsun ki ?”

Mahkemede tanıklık yapıp yapmayacağını sorduğumda ise,

“Neme lazım!” demişti, “bu pis herifler gidersem beni de suçlu çıkarabilirler!”

Kendince kendini “korumaya” almıştı.

Daha sonra ben kalıcı olarak Türkiye’ye döndüm. Bir yıl sonra, aynı arkadaşım ziyaretime geldi.

Sohbet ederken, o taciz davasının nasıl sonuçlandığını sordum.

Adamı mahkum etmemiş ama galiba Alman toplumunun kurallarına uymama ya da  benzeri  bir gerekçeyle sınır dışı etmişlerdi.

Ama bizim Türk’ün de suçu vardı doğrusu” dedi. Anlaşılan Berlin’de bana aynı konuda  söylediklerini unutmuştu,

Yahu, elalemin çocuğuna dokunmaya, başını okşamaya, şeker vermeye ne hakkın var senin? Her anne baba çocuğunu tavizden korumak için yapar bunu. Haklıdır da. Böyleleri bizi Almanlara rezil ediyor valla. Gene ucuz kurtuldu!”

Hiçbir şey demedim. Düşündüm ki, hem  Berlin’de, hem Ankara’da söyledikleri samimiydi.

Berlin’deki değerlendirmesi, sıkça karşılaştığı yabancı düşmanlığına karşı “önyargılı” bir tepki sonucuydu.

Ankara’da ise duruma biraz daha dışarıdan bakarak, tamamen kendine ait yorum yapıyordu.

Değişik ortamlarda bakış açıları değişebiliyordu.

O dönemin “Alamancı”ları arasında orada sıcağı sıcağına yaşadığı sorunlar yüzünden Almanlara düşman kesilip burada onları dostu gören epeyce insan vardı.

Birbiriyle taban tabana zıt kültürleri, gelenekleri, görenekleri, alışkanlıkları, tepkileri olan iki toplumun yan yana yaşama sancıları yaşanıyordu.

Aslında ağırlıklı olarak yurttaşlarımızın tavırlarından söz ediyorum ama Almanların tutumu da özünde benzerlik gösteriyordu.

Sokaktaki “düz” Almanlar da, fabrika yemekhanelerinde, ev toplantılarında,  birahane sohbetlerine  bir araya geldiklerinde, konular hiç farkına varmadan, hayatlarının orta yerine deyim yerindeyse “güm” diye düşen yeni iş arkadaşlarına,  komşularına, otobüste yan yana, metroda karşılıklı oturdukları, marketlerde zoraki gülümsemeler eşliğinde birlikte alış veriş yaptıkları Türklere geliyordu.

Kim bunlar? Bunlarla ne yapacağız, nasıl birlikte çalışıp nasıl anlaşacağız?” diyorlardı.

Tamam, ekmek parası için buradalar ama lütfen, lütfen çok kalmasınlar!” dileğinde bulunuyorlardı.

Aralarında, çok kısa süre önce bütün dünya halklarına karşı tahakküm kurmayı hedefleyen ve bu arzuları elinde patlayan ideolojinin askerleri de vardı.

Herhalde oluşan yeni durumu hazmetmekte en çok zorlanan onlardı.

Zaten askeri işgal altında bulunan ülkelerinde, bir de toplumsal işgale uğrama tehlikesinden korkuyorlardı.

Kimileri, yöneticilerinin “Gastarbeiter” yani misafir işçi diye adlandırıp Alman halkını yumuşakça durumu kabullendirmeye çalışmasına  tepki gösteriyor ve onlardan “Scheisstürken”, yani “pis Türkler” diye söz ediyorlardı.

Ancak, ülkelerinin iş gücü ihtiyacının farkında olan önemli sayıda Alman da vardı.

Bunlar, Türk toplumundan daha girişken, daha girişimci olanlarla birlikte temelini attıkları toplumsal ilişkiyi daha da genişletiyor, her iki tarafın kendi cephesinde bu ilişkiyi kı ayanla olsa da bütünleşme yolunda ilerliyorlardı.

Bu sancılar, çelişkiler içinde hayat devam ediyordu.

Alman ya da Türk, zamanla hepsi kaçınılmaz gerçeği anlamaya başlamıştı.

Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi, olmayacaktı da!  (devam edecek)